İlk yazılı metinlerden beri karşımıza en sık çıkan öyküler yaradılış destanlarıdır. Evrenin yaradılışı ve tanrıların egemenlik mücadelesi bir yana, sanki asıl merak edilen insanın nasıl var olduğu ve nasıl insanların yaşadığı konuları olmuştur. İstisnasız bütün kültürlerin bu konuda uzun uzun anlatmak istediği şeyler olduğunu söylesem sanırım bu merakın büyüklüğünü tam olarak açıklayabilirim.
Yaradılış mitleri aslında bir kişiden çok, bir ulusun var olmasını ya da sonra yok olmasını vurgular. Yani asıl konu insanın/insanlığın varlığı değil, mitlere konu olan bir kültürde yaşayan insanların nasıl var olduklarıyla ilgili gibidir.
MİTLERDEKİ BİLİNDİK ANLATIMLAR İNSANIN NASIL VAROLDUĞUNU AÇIKLAR
Mitlerde yer alan; çamurdan, topraktan elle şekillendirilmek, içine bir ruh üflenmesi gibi çok bilindik anlatımlar bir varlık olarak insanı ya da insanın nasıl var olduğunu açıklar gibidir. Ancak yaradılış mitlerinin geride kalan uzun parçaları işin bu kısmıyla değil, insanın içindeki kötülüğün, açgözlülüğün sebebini anlamaya ve sonuçlarıyla yüzleşmeye daha çok önem vermiş gibi görünür. Burada seçilen kelimeler sanki bu yaradılışa aynı zamanda bizi yaratan tanrı/tanrıçalara bir tepki göstermek isteniyormuş duygusu verir.
-Tanrım beni neden yarattın? Ya da neden böyle yarattın?
Afrika kabilelerinin, Hintlilerin, Çinlilerin, Eskimoların, Aborjinlerin ve elbette ki Sümerlilerin, Mısırlıların, Helenlerin ve Romalıların eskiden yaşamış olanlarla, şimdi (mitin yazıldığı dönem) yaşayanlar arasındaki kalite (!) farkını acımasızca eleştirdiği, yaratana kızamadığı için kendi talihine saydırdığı nice öykü öylesine benzer tekrarlar içerir ki inanmamak mümkün değildir.
-Kara bahtım, kör talihim. Ya da zalim kader!
Helen mitolojisinin iki büyük kaynağından birisi olan ozan Hesiodos, İşler ve Günler adlı eserinde – bugün çağlar miti olarak adlandırılan bölümde – insan yaratıldığından beri beş çağ geçtiğinden ve bu çağlarda beş farklı soyun yaşadığından
bahseder.
İstersen bu sözlerime başka sözler katayım da,
Daha düzenli, daha bilgince olsun söylediklerim.
Sen de iyi dinle, iyi belle.
İLK İNSANLAR ÖLÜP TOPRAĞA KARIŞINCA BİRER CİN OLDULAR
Birincisi altın soydur ve Kronos’un egemenlik zamanlarında yaratılmıştır. Bu insanlar kaygısız, acısız ve dertsiz yaşıyor, her türlü nimetten, bereketten faydalanıyorlardı. Belalı ihtiyarlık üstlerine çökmüyordu, kolları, bacakları her zaman dipdiriydi, sevinip coşuyorlardı gamsız şölenlerde, tatlı uykulara dalar gibi ölüyorlardı. Dünyanın varı yoğu onlarındı, toprak kendiliğinden bereket saçıyordu. Sayısız nimetler ortasında, rahat, memnun yaşayıp gidiyordu insanoğulları tarlalarında. Bu ilk insanlar uzun yaşadılar ve ölüp toprağa karışınca, birer cin oldular Zeus’un dileğiyle, iyi birer cin, toprağı ve insanı koruyan cinler. Yaman bir şerefe konmuş oldular böylece.
Adem ile Havva’nın cennette geçirdikleri günleri anımsatan bu yaşam çok hoş olsa gerek. Ama her şeyin bir sonu vardır, cennette olsan bile.
Sonra gümüşten ikinci bir soy yarattı
Olympos’ta oturan ölümsüzler.
Bunların boyları posları da akılları da
Çok başka türlüydü altın soylulardan.
Gümüşten diye nitelenen ikinci soyda çocuklar yüz yıl çocuk kalıyordu. Evde, analarının dizinde çocukça oynaşıyorlardı. Büyüyüp ergin çağa gelince, pek uzun sürmüyordu rahatları. Başlarını derde sokuyorlardı çılgınlıklarıyla. Ölçü nedir bilmiyordu coşkunlukları. Ölümsüzleri saymıyor, tapınaklara gitmiyorlardı, oysa uygar insanların yasasıydı bu. Kronos oğlu Zeus kızdı onlara, gömdü toprağa bu saygısız yaratıkları. Yeraltı cinleri oldu gümüş soylular.
Hesiodos; önceki soydan bahsederken kurduğu cennet tasvirinden çok başka, çok uzak olan bu anlatımla, insanların coşkunluğundan, özellikle tanrılara saygısızlığından dem vuruyor. Bu kabul edilemez davranışların sonucu da diğerlerinden daha aşağıda, toprak altında bir sonla cezalandırılıyor gibi.
Bir üçüncü soy yarattı tanrılar babası Zeus.
Bu tunç soylular gümüş soylulara biç benzemiyordu.
Hesiodos, tunç soyunun insanlarından bahsederken gözünüzde İkinci Dünya Savaşı ve Naziler canlanırsa hiç şaşırmayın. Ne demişler tarih tekerrürden ibarettir ki bilmeye insan ibret almayı. Birer kütük gibiydi bunlar, güçlü kuvvetli, korkunç. İşleri güçleri azıtmak, saldırmak, öldürmekti. Bunlar ekmek yemiyordu, taş gibiydi yürekleri. Korku salıyorlardı gittikleri yere. Önünde durulmuyordu güçlerinin. Yenilmek nedir bilmiyordu gürbüz omuzlarına çakılı kolları. Tunçtandı silahları, tunçtandı evleri, tunçla kazıyorlardı toprağı, çünkü kara demir yoktu henüz. Bunlar kendi elleriyle yok olup, çekip gittiler öbür dünyaya. Ve dünyada ad bırakmadan gittiler, küflü paslı Hades’in ürpertili karanlıklarına. Kapkara ölüm rüzgarları aldı onları. Bırakıp gittiler pırıl pırıl ışıklarını.
BU KADAR ÖFKE VE SALDIRGANLIĞIN İNSANIN BAŞINA BELA AÇACAĞI AŞİKAR
Keskin sirke küpüne zarar mı diyelim, birileri bu soya ‘kendi başını yesin’ diye beddua mı etmiş diyelim bilemedim. Ancak bu kadar öfke ve saldırganlığın insanın başına bela açacağı aşikar.
Toprak yeniden örtünce bu soyu da,
Bir kuşak daha yarattı Zeus, Kronos’un oğlu.
Daha bereketli, daha doğru, daha yürekli olan bu soy
Yarı tanrı kahramanlar getirdi dünyaya.
Yarı tanrı kahramanlar soyu, birkaç kuşak kötülüğün ardından gelen bir ümit ışığı gibi. Sanki ozan, insanlara bu kadar çok yüklenmek ayıp oldu, dur biraz haklarını da vereyim demek istemiş gibi.
Yarı tanrı kahramanlar,
İşte onlardır bu sınırsız topraklarda
Bizlerden önce gelen koca yiğitler.
Çetin savaşlarda, yürekler acısı kargaşalıklarda
Kimi yedi kapılı Thebai’nin duvarları önünde,
Oidipus sürüleri uğruna Kadmos’un toprağında,
Kimi gemilerde, denizler ötesindeki Troya’da,
Güzel saçlı Helene uğruna,
Sarıldılar her şeyi örten ölüm yorganlarına.
Kimilerine de Kronosoğlu Zeus, tanrılar babası,
İnsanlardan uzakta, dünyanın sınırlarında
Bir yurt ve bir hayat verdi mutlu ve ölümsüz.
Orda, o mutlu adalarda yaşıyor şimdi onlar,
Engin, derin Okeanos’un kıyılarında.
mutlu yiğitlere yılda üç kez ürün verir
Çiçekler, tatlı meyveler saçan Toprak Ana.
Yarı tanrı kahramanlar soyuna dördüncü ara soy desek yeridir. Metinde Troya savaşı öykülerinin kahramanlarından bahsedildiği açıkça anlaşılıyor. Besbelli ki ozan büyük destan kahramanlarını bu saydığı uğursuz soylar arasına koyamadığı için onlara ayrı bir yer bulmak istemiş. Ayrıca, daha doğru, daha yürekli olarak nitelendirdiği bu kahramanların ölüp ölmediklerinden emin değilmiş gibi, onlara insanlardan ırak adalarda bir çeşit altın çağı yaşatması
da hayranlığının bir başka göstergesi.
İnsanoğullarının beşinci soyuna gelince,
Keşke o soydakilerden biri olmasaydım ben,
Keşke daha önce ölsem, ya da daha doğmasaydım!
Beşinci soy Hesiodos’un kendi soyudur. Dövünür bu soydan olduğuna, bu belalı çağda yaşadığına. Demir soyu olarak nitelendirdiği çağdaşlarının, gündüzleri didinip ezildiklerini, geceleri de tanrıların yolladığı türlü dertlerle kıvranıp durduklarını anlatarak başlar sözlerine. Tamam dersiniz, işte en fecisi bu. İnsan daha ne kadar kötü olabilir? Hesiodos sanki duymuş gibi sözlerinizi, birkaç dize sonra, bu insanların da soyunun yok olacağını asıl felaketin o zaman geleceğini aktarır.
O zaman ak saçlı insanlar soyu gelecek.
O zaman ne baba oğullarına benzeyecek,
Ne de oğulları babalarına,
Ne ev sahibi konuğunu bilecek, sevecek,
Ne dost dostunu ne kardeş kardeşini bugünkü gibi.
HESIODOS KIYAMETİ HABER VERİR GİBİDİR
Hesiodos; hali tanımlarken geleceği de öngörür ve kötülüklerin daha da çoğalıp erdemlerin alt edileceğini, ne kadar suç ve günah varsa hepsinin yeryüzüne yerleşeceğini, bu yüzden de tanrıların insanları kendi kaderlerine bıraktıklarını, Aidos ve Nemesis gibi ar, namus ve cezayı simgeleyen tanrısal varlıkların bile dünyadan ayrılacaklarını, karamsarın karamsarı bir öngörüyle bildirir. Kıyameti haber verir gibidir.
Yalnız acılar kalacak ölümlü insanlara,
Çare bulunmaz olacak kötülüklere karşı.
Şimdi kendi çağımızı, içinde bulunduğumuz durumu, başımıza arka arkaya gelen felaketleri bir düşünsek, biraz da tarih bilgimizi bir süzgeçten geçirsek Hesiodos’un sözlerinin bir kısmı bizi anlatıyor sanki. Koskoca ozan yalan söyleyecek değil ya! Ancak şuna karar vermek lazım, demir soylulardan mıyız hala, hala bizim için bir umut var mı? Yoksa çoktan olan oldu, ak saçlılar dünyayı doldurdu mu?
Durun şöyle yapalım, bir karara varmadan önce başka söylencelerin dediklerine de bakalım. Sonuçta dünya bir matematiktir. Sağlamasını almadan sonuçlara inanmayalım.
YAŞADIĞIMIZ ÇAĞDA ETRAFTA TANRILAR VE ŞEYTANLAR VARSA VAY HALİNİZE
Hintliler; insan soylarının ilki için şöyle derler, “Krita Çağı’nda bütün insanlar aziz gibiydi ve dolayısıyla onların dinsel törenleri icra etmeleri gerekmiyordu, bu çağda tanrılar ve şeytanlar bulunmuyordu.” Yani Hintli bilgeler diyor ki, eğer yaşadığınız çağda dinsel törenler yapmanız gerekiyorsa, etrafta tanrılar ve şeytanlar varsa vay halinize.
Brahman döneminin Hintlileri gibi, Çinli Taocular da ilk çağın mükemmel olduğuna ve insanların yavaş yavaş bozulduğuna inanırlar. Bu bozulmadan önceki son evreden bahseden bu güzel mit, belki de bize yol gösterebilir.
HWANG Tİ BARIŞSEVER BİR KİŞİDİR
Shen-nung öldükten sonra imparator Hwang-Ti (Son Tanrı) tahta çıktı. Onun nereden geldiği konusundaki hikayelerde, bir gece, annesinin Büyük Ayı’da bulunan cb’oo yıldızının yakınlarından çıkan ve tüm ülkeyi aydınlatan parlak bir yıldırım gördüğü anlatılır. Majesteleri hamile kalır, fakat ancak yirmi beş ay sonra oğlunu doğurur. Hwang Ti doğar doğmaz konuşmaya başlar. Tahta çıktığında; ruhları, sahip olduğu dostları kaplanlar, panterler ve ayıları savaş alanında hazır bulunmaları için çağırma gücüne sahip olur. Ancak Hwang Ti barışsever bir kişidir ve barış dolu bir ortam oluşturduğu için, Anka kuşları onun bahçesinde yuva yaparlar, sarayın çatısına ve terasına tünerler ve avluda şarkılar söylerler. Hwang Ti, büyük bir tapınak inşa ettirir ve ruhlara, atalarına ve kendine karşı olan görevleri konusunda, insanları eğitir. Kutsal günler koyar ve tapınak ibadetlerinde müziğe yer verir. İmparator yetmiş yedi yaşında iken, her şeyden elini eteğini çekmiş bir insan gibi, Jo nehrinin kıyısında sade bir yaşam sürmek üzere, dünya işlerinden çekilir. Öldüğünde yüz yaşındadır. Bazıları, o cennete yükselirken bir deprem olduğunu anlatırlar.
DEPREM GELECEK KÖTÜLÜĞÜN İLK HABERCİSİ
Bu hikayeden birkaç farklı sonuç çıkarılabilir. İlk olarak karakterimizin özelliklerinin altını çizelim; doğar doğmaz konuşan, ruhları, kaplanları, panterleri ve ayıları savaşa götürebilecek kabiliyette ama hiç savaşmayan, barışsever bir hükümdar-tanrı. İnsan daha ne ister ki? Şimdilerin popüler bir ifadesi gibi; dosta güven, düşmana korku
salan birisi. İkincisi yaşlanınca iktidarı bırakmayı bilmiş ve sade bir vatandaş gibi nehir kıyısında huzurlu bir yaşamı tercih etmiş. Günümüzde birçok ülkenin liderlerinin (iktidar-muhalefet fark etmiyor) koltuk sevdalarını düşününce, darısı başımıza demek yerinde olur. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, iyiliğin sonunu ve kötülüğün başlangıcını belirleyen zaman, bu hükümdar-tanrının ölümüyle ve depremle tarif ediliyor. Yani bir afetin, gelecek kötülüğün ilk habercisi olduğu – belli belirsiz- ifade ediliyor.
DEPREMİ CEZALANDIRMA ARACI DEĞİL DE UYARI İŞARETİ GÖRMEK GEREKİR
İnsan soylarının giderek kötüleşmesi bir yana, bu kötülüğün afetler üzerinden de tanımlanması oldukça ilginç bir durum. Tek tanrılı dinlerin ruhban sınıfının – kutsal metinlerde hiç yer almamasına rağmen – zaman zaman dünyadaki felaketleri insanların inançsızlığına ve işlediği günahlara bağlaması gibi bir cahillikle günümüzde karşılaşıyoruz ne yazık ki. Eski inanışlarda da afetlerin insanları, günahlarından, tanrılara karşı olan saygısızlıklarından dolayı cezalandırılma amacıyla gönderildiği öyküler sıklıkla yer alır. Ancak burada aktarılan durum sanki birazcık farklı. Burada olan deprem, henüz insanlar günahsızken, tanrılara saygıda kusur etmezken oluyor. Ancak bu depremden sonra, güzel soylar ölüyor, gittikçe öncekinden daha kötü olan soylar dünyayı doldurmaya başlıyor. O zaman bu söylencede depremi bir cezalandırma aracı değil de bir uyarı işareti olarak görmek gerekir sanki.
Bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde, deprem, sel gibi felaketlerin ardından gelecek kötü zamanların habercisi olduğu söylenebilir. Bu durumu destekleyen başka öykülere de söz verelim. Bakalım felaketlerin ardından ne çıkacak.
Meksika yaradılış destanı ‘Beş Dünya ve Güneşleri’, insan soylarını anlatan tüm yaradılış destanlarından oldukça farklıdır ve dünyaya yaptığımız eziyet dikkate alındığında, ne pis bir canlı türü olduğumuzu yüzümüze vuran belki de en gerçekçi anlatımdır.
TANRILARIMIZIN DA BİZDEN AŞAĞI KALIR YANI YOKMUŞ
Destana göre beş dünya yaratıldı, her birinin kendi güneşi vardı ve her biri bir öncekinin ölümünü izledi. İlk dünya, yeryüzü güneşiyle aydınlatıldı. Bu ilk dünyanın insanları uygunsuz davrandılar ve tanrılar onları jaguarlara -etleriyle ziyafet çekmeye- göndererek cezalandırdılar. Hiç kimse sağ kalmadı ve güneşleri de onlarla birlikte öldü. Jaguara yedirilmek; hadi biz insanlar kötüyüz de tanrılarımızın da bizden aşağı kalır yanı yokmuş demek ki.
İkinci dünya, havanın güneşiyle aydınlatıldı. İnsanları bilgelikten uzak davrandılar ve kasırga rüzgarları yeryüzüne indi ve insanlar maymunlara dönüştürülerek cezalandırıldılar. Hayvanlara dönüştüklerinde güneşleri de öldü. Burada kasırga olması ve ardından insanların bir hayvana dönüşmesi önemli bir detay. Bir afet sonrası insanlığımızdan çıkmamızı ne de basitçe özetlemiş.
Üçüncü dünya, ateş yağmurunun güneşiyle aydınlatıldı. İnsanları tanrılara kurban vermeyi reddederek onlara saygısızlık ettiler ve depremler, yanardağlardan fışkıran ateşli küller ve başka ateşli ölümlerle cezalandırıldılar. Güneşleri de onlarla birlikte yanıp yok oldu. Efsanenin bu kısmı, günahlarından dolayı insanların afetlerle cezalandırılması anlatımıyla diğer örneklere benzese de dünyaya gelmiş üçüncü soyda bile bir iyilik, bir doğruluk görülmemesi oldukça manidar.
AÇGÖZLÜLÜĞÜMÜZ TÜRÜMÜZÜN SONUNU GETİRECEK
Dördüncü dünya, suyun güneşiyle aydınlatıldı. Büyük tanrı Ketzalkoati, küllerden bir insan ırkı yarattı. İnsanlar açgözlüydüler ve büyük bir selle cezalandırıldılar. İnsanların çoğu balığa dönüştüğünde güneşleri de boğuldu. ‘Her Şeyden Kudretli Varlık’, bir çift insanı tufandan kurtarmaya çalıştı. Sesi onlara geldi ve dedi ki: «Büyük bir ağaç bulun, gövdesinde içinde saklanabileceğiniz bir delik açın ve sel suları çekilene kadar orada kalın. Eğer açgözlülüğünüzün üstesinden gelirseniz sağ kalacaksınız.” Yine bir günahlardan cezalandırılma söz konusu ve ceza yine afetler ancak dördüncü soyun kurtulanlarına tanrının söylediği sözler çok doğru. Bizi -insanlığı- gerçekten tanımlayıcı. Açgözlülüğümüz türümüzün sonunu getirecek.
Haydi ozan Hesiodos’a inanmadık ama bu kadar farklı efsane aynı şeyden dem vuruyorsa, durup ne olduğunu, nereye gittiğimizi bir sorgulamamız lazım. Biz; bugün bu dünyada nefes alanlar, zamanın neresindeyiz, kötü soyların hangisiyiz bilemem. Belki büyük usta Yaşar Kemal’in dediği gibi: O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. Belki de kardeşin bile kardeşini sevemediği o beter çukurdan önceki son çıkıştayız. En iyisi ben yine kendi sözümü kadim mitolojilerden birinden aparıp yazayım. Duygularıma tercümanlığı geçmişin söylencelerinden birine yaptırayım.
DÜNYA İYİLİK VE KÖTÜLÜĞÜN MÜCADELESİYLE DÖNECEK
Mısır mitolojisi, evrenin dengesi üzerine şekillenmiş öyküler bütünüdür. Her şeyin karşıtı ile birlikte var olduğunu, biri olmadan diğerinin olamayacağını ve tek başına hiçbirinin yok olamayacağını durmadan anlatır. Mesela Osiris’in ağabeyi ve düşmanı olan Seth, evrendeki kötülüğü simgeler: deprem ve fırtına gibi doğal afetleri, karanlığı, yıkımı ve ölümü. Doğal
olarak iyiliğin gücünü temsil ettikleri için, Osiris ve Horus’a karşı entrikalar çevirir. Ne kadar akıllı bir biçimde uğraşırsa uğraşsın Osiris ve Horus’u yok edemeyince, iyi her zaman kötüye karşı zafer kazanır. Ancak tanrılar da Seth’i yok edemezler. Kötülük bu yüzden her daim dünyadaki varlığını sürdürecektir ve dünya bu ikisinin sürekli mücadelesiyle dönecek ve dönecektir.
Evet sevgili okuyucu, son yıllarda ardı ardına gördüğümüz depremler, seller, türlü felaketler, dibe vuran insanlık, yok edilen doğa… Bunlar var, bunlar acı ve gerçek. Fakat sen neredesin güzel kardeşim, Osiris ile mi Seth ile mi birliktesin? Ya sen zamanın neresindesin?